Nâbi Gazel İncelemesi


Gazel
Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmüşüz
Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbâlde
Biz hezârân mest-i mağrurun humârın görmüşüz
Top-i âh-i inkisâra pâydâr olmaz yine
Kişver-i câhın nice sengin-hisârın görmüşüz
Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest
Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz
Bir hadeng-i can-güdâz-ı âhtır ser-mâyesi
Biz bu meydânın nice çâpük-süvârın görmüşüz
Bir gün eyler dest-beste pây-gâh-ı cây-gâh
Bî-adet mağrur-ı sadr-ı i’tibârın görmüşüz
Kâse-i deryüzeye tebdil olur câm-i murad
Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz
                                                      Nâbi

Günümüz Türkçesiyle

Dünya bahçesinin hem hazanını (sonbahar) hem baharını (ilkbahar) görmüşüz, biz neşenin de hüznün de zamanını görmüşüz (yaşamışız).

Çok da mağrur (gururlu) olma ki ikbal (baht açıklığı) meyhanesinde, biz gururdan sarhoş olan binlercesinin sersemlemiş halini de görmüşüz.

Kırgınlık beddualarının topu karşısında yıkılıp gider, nice mevki ve makam ülkesinin taştan kalelerini görmüşüz.

Bir coşkuyla bin ikbal hanesini yerle bir eder, biz dertli insanların sel gibi kabaran kırgınlık gözyaşlarını görmüşüz.

Bir can alıcı ah okudur sermayesi (tüm varlığı), biz bu meydanın nice çabuk süvarisini görmüşüz.

Bir gün elini bağlayıp kapı dibini mekân tutar, itibarlı makamların sayısız mağrur kimselerini görmüşüz.

İsteklerin kadehi dilenci kâsesine döner, biz bu meclisin Nabi, çok içki içenlerini görmüşüz.

Şiirin Biçim Yönünden İncelenmesi

Nazım birimi: beyittir

Ölçüsü: aruz ölçüsüdür

Kalıbı: “fâ i lâ tün / fâ i lâ tün / fâ i lâ tün / fâ i lün” dür.

Uyak şeması: “aa ba ca da ea fa ha” biçimindedir

Şiirin Ahenk Unsurları (Uyak ve Redifler)

--- bahârın görmüşüz

--- rüzgârın görmüşüz
--- humârın görmüşüz
--- hisârın görmüşüz
--- inkisârın görmüşüz
--- süvârın görmüşüz
--- i’tibârın görmüşüz       “-ın görmüşüz” redif
--- bâde-hârın görmüşüz   “-âr” zengin uyak

Şiirin Anlam Yönünden İncelenmesi

Açıklama – Yorum

Divan edebiyatında “hikemi tarz” adı verilen ve adeta Nâbi ile özdeşlenen şiir akımına uygun tarzda yazılan bu gazel, belli hayat tecrübelerini aktarması bakımından iyi bir örnektir.

Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz

Biz neşâtın da gamın da rüzgârın görmüşüz

(Dünya bahçesinin hem hazanını (sonbahar) hem baharını (ilkbahar) görmüşüz, biz neşenin de hüznün de zamanını görmüşüz.)

Şair, bu beyitte dünyanın geçiciliğini vurguluyor. Her şey gibi mevki, makam, güç ve zenginlik hep geçicidir. Beyitte geçen “bahar” güzel günleri, “hazan” ise sıkıntılı günleri simgeliyor. Şair, yaşantısı boyunca hem güzel günler hem de sıkıntılı günler gördüğünü belirtiyor.

Beyitteki “hazan – bahar” ve “neşat – gam” kelimeleri arasında tezat sanatı vardır. Aynı zamanda bu kelimeler arasında leff ü neşr sanatı vardır. Beyitteki “rüzgâr” kelimesinde hem “yel”, hem de “zaman” anlamları birlikte kullanıldığı için tevriye sanatı vardır.

Çok da mağrur olma kim meyhâne-i ikbâlde

Biz hezârân mest-i mağrurun humârın görmüşüz

(Çok da mağrur (gururlu) olma ki ikbal (baht açıklığı) meyhanesinde, biz gururdan sarhoş olan binlercesinin sersemlemiş halini de görmüşüz.)

Bazıları kazandıkları başarıların ardından zafer sarhoşluğu ve gurura kapılarak kendilerine verilen yetkileri pervasızca kullanıp, pek çok kişiye haksızlık edebilirler. Ancak bir gün yetkileri ellerinden alınıp da sıradan biri haline gelince bunun sıkıntısını fazlasıyla yaşarlar.

 Bu beyitte makam meyhaneye, güç sarhoşluğa, görevden alınma da sarhoşluk sonrası sersemlemeye benzetilmiştir. “Meyhane-i ikbal”, “mest-i mağrur” ve “humar” kelimelerinde istiare sanatı vardır. Bu kelimeler birbiriyle ilgili olduğu için tenasüp sanatı vardır. “Mağrur” kelimesi tekrar edildiği için tekrir sanatı. “İkbal” ve “humar” kelimeleri arasında da tezat sanatı vardır.

Top-i âh-i inkisâra pâydâr olmaz yine

Kişver-i câhın nice sengin-hisârın görmüşüz

(Kırgınlık beddualarının topu karşısında yıkılıp gider, nice mevki ve makam ülkesinin taştan kalelerini görmüşüz.)

İnsanlar bazen şanslarının da yardımıyla yüksek mevkilere çıkabilirler. Aslen görevlerinin halka hizmet olduğunu unutup bunun yerine kendi çıkarları doğrultusunda halka zulmedebilirler. Ancak unutulmamalıdır ki mevkileri ne kadar sağlam olursa olsun geçicidir. Şair, yaşadığı süre içersinde önce yüksek mevkilere çıkıp sonra bir hiç durumuna düşen pek çok kişi görmüştür.

Şair, eskiden savunma amacıyla yapılan taştan kaleleri mevki ve makama benzetiyor. Makam sahiplerinin zulmettikleri kişilerin beddualarını ise kale surlarını yıkmak için kullanılan toplara benzetiyor, teşbih sanatı var.

Bir hurûşiyle eder bin hâne-i ikbâli pest

Ehl-i derdin seyl-i eşk-i inkisârın görmüşüz

(Bir coşkuyla bin ikbal hanesini yerle bir eder,  biz dertli insanların sel gibi kabaran kırgınlık gözyaşlarını görmüşüz.)

Şair, bu beyitte halka zulmedenlerin bir gün bu yaptıklarının karşılığını fazlasıyla ödeyeceğini vurguluyor. İlahi adalete inanan şair, hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmayacağını söylüyor. Zulme uğrayanların feryatlarını bir sele benzeterek, bunun karşısında hiçbir ikbal binasının (mevki) dayanamayacağını belirtiyor.

Beyitte, dertlilerin gözyaşları sele benzetilmiştir (teşbih). Gözyaşlarının bin ikbal hanesini yıkmasında ise mübalağa (abartma) sanatı vardır.

Bir hadeng-i can-güdâz-ı âhtır ser-mâyesi

Biz bu meydânın nice çâpük-süvârın görmüşüz

(Bir can alıcı ah okudur sermayesi (tüm varlığı), biz bu meydanın nice çabuk süvarisini görmüşüz.)

Şair, yüksek mevkilere gelip bunun ihtişamına kapılan, kibir tuzağına düşüp yetkilerini kötüye kullanan kişileri uyarmaya devam ediyor. Bu kişiler ne kadar kurnaz, ne kadar becerikli olurlarsa olsunlar, mazlumların beddualarından kurtulamayacaklardır.

Bu beyitte yüksek mevkilerde bulunan ya da dünya nimetlerinden fazlasıyla yararlananlar çapük-süvara (hızlı süvari) benzetilmiş (istiare), mazlumların bedduası da can alıcı oka benzetilmiştir (istiare).  

Bir gün eyler dest-beste pây-gâh-ı cây-gâh

Bî-adet mağrur-ı sadr-ı i’tibârın görmüşüz

(Bir gün elini bağlayıp kapı dibini mekân tutar, itibarlı makamlarının sayısız mağrur kimselerini görmüşüz.)

Şair, yüksek makamların ve dünya nimetlerinin geçici olduğunu söyleyerek bunların bir gün yok olabileceğini, insanın her şeyini yitirip bir zavallıya dönebileceğini belirtiyor. Şair, bu duruma düşmüş kişileri bizzat görmüş ve bu durumu yaşamıştır. Bu nedenle insanların bulundukları yüksek makamların ihtişamına kapılıp başka insanları hor görmemesini, bir gün kendilerinin de aynı duruma düşebileceğini hatırlatıyor.

Kâse-i deryüzeye tebdil olur câm-i murad

Biz bu bezmin Nâbiyâ çok bâde-hârın görmüşüz

(İsteklerin kadehi dilenci kâsesine döner, biz bu meclisin Nabi, çok içki içenlerini görmüşüz.)

İnsanlardaki aşırı hırs ve istekler, onları yüksek makamlardan dilenci durumuna düşürebilir. Şair, açgözlülük konusunda makam sahiplerini uyarıyor. Aşırı hırsın insanı çok kötü duruma düşüreceğini “istek kadehi” ve “dilenci çanağı” sözleriyle anlatmaya çalışıyor. Bu nedenledir ki insan hiçbir zaman hiçbir konuda aşırıya kaçmamalıdır.

Bu beyitte “ey Nabi” seslenmesinde nida sanatı, “bade-har” sözünde istiare sanatı” vardır. Yine bu beyitte “kase-i deryüze” (dilenci çanağı), “cam-ı murad” (istek kadehi) benzetmelerinde istiare sanatı, iki tamlama arasında tezat sanatı vardır.

Şiirde “görmüşüz” ifadesi her beyitin sonunda tekrar edilerek, şiire didaktik bir ifade (hikemi tarz) kazandırıyor. Böylece yüksek mevkilerin, dünya mal ve mülkünün geçici olduğu gözler önüne seriliyor.

Şiirin teması: “dünyanın geçiciliği”dir

Bununla birlikte şair, bu şiirinde yüksek makamların, dünya malının ve mülkünün geçici olduğunu, bu mevkilere gelen kişilerin boş yere gurura kapılmaması gereğini de işliyor.

Dil ve Anlatım

Divan edebiyatı didaktik şiir anlayışının (hikemi tarz) büyük ustalarından Nâbi, bu gazelinde duygu ve düşüncelerini hem içerik hem de üslup bakımından oldukça başarılı bir biçimde dile getirmiştir.

Şiirde geçen “baharın, rüzgârın, humarın, hisarın, inkisarın, süvarın, itibarın, bade-harın” kelimelerinde “-i” hal eki (baharını, rüzgârını vb.) söylenmemiştir.

Arapça, Farsça kelime ve tamlamaların sıkça kullanıldığı şiirde mecazlı bir anlatım yolu seçilmiştir.

Şair Hakkında – Nâbi

Nâbi, 1642’de Ruha’da (Şanlıurfa) doğdu. Asıl adı Yusuf’tur. Kardeşi Seyyid Ahmed’in el yazması kitabından anlaşıldığı üzere babasının adı Seyyid El Mustafa’dır. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Şanlıurfa’da geçiren Nâbi’nin burada iyi bir eğitim aldığı, Arapça ve Farsça öğrendiği bilinmektedir.

1076’da İstanbul’a gitti. Bir şiirinden, önceleri İstanbul’da aradığını bulamamaktan dolayı hayal kırıklığına uğradığı, çok geçmeden Sultan IV. Mehmet’in muhasibi Damat Mustafa Paşa ile tanıştığı, onun ölümüne kadar süren bu dostluk sayesinde oldukça rahat bir hayat yaşadığı anlaşılmaktadır. Bir ara ikinci vezirlik derecesine de ulaşan paşanın onu kendine divan kâtibi seçmesinden sonra Naili gibi çağının büyük şairleri tarafından tanınmaya başladı. IV. Mehmet’in yakın çevresine girdiği bu dönemde Mustafa Paşa’nın maiyetinde Lehistan seferine katıldı. Kamiçe’nin fethi üzerine iki tarih düşürdü. Bunlardan biri kale kapısına işlendi. Şehzadelerin sünnet düğününe katılan Nâbi, on beş gün süren bu şenlikleri “Sûrnâme” adlı eserinde anlattı.

1678’de hacca giden Nâbi, hac dönüşünde Mustafa Paşa’nın kethüdalığına kadar yükseldi. Kendi arzusuyla bu görevinden ayrılan Nabi, Mustafa Paşa, Kaptan-ı Derya olarak saraydan uzaklaştırılınca onun maiyetine girerek, paşanın ölümüne kadar Boğazhisar’da kaldı.  Ardından Halep’e yerleşen şair, burada evlenip devletten aldığı maaşla kendisine ayrılan malikânede rahat bir hayat sürdü. Oğulları Ebülhayr Mehmet Çelebi ve Mehmet Emin burada doğdu.

Nâbi, II. Süleyman ve II. Ahmet’in tahta çıkışına sessiz kalmasına rağmen 1695’te padişah olan II. Mustafa’ya ve 1703’te tahta çıkan III. Ahmet’e birer “Cülus Kasidesi” yolladı. Yüksek mevkilerde bulunan dostlarına da kasideler yazan şair, “Hayriyye” adlı eserini bu dönemde tamamladı. Çorlulu Ali Paşa, Sadarete getirilince aylığı kesildi ve malikânesi elinden alındı, bunun üzerine “görmüşüz” redifli gazelini yazdı.

Halep valisi iken 1710’da ikinci defa sadrazamlığa getirilen Baltacı Mehmet Paşa, İstanbul’a giderken Nâbi’yi de beraberinde götürdü. Nâbi, bu son İstanbul devresinde özellikle şiir ve kültür çevrelerince zamanın “Şeyhü’s-şuara”sı olarak kabul edilerek, büyük bir takdir ve hayranlık gördü. Devletin çeşitli kademelerinde görev yaptı.

1712 baharında ağır şekilde hastalanan Nâbi, Farsça bir tarih kıtası yazdı. Ölümüne işaret eden bu kıta bazılarınca onun ermişliğine yorumlandı. 13 Nisan 1712 tarihinde dünyaya gözlerini yuman şair, Karacaahmet Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Nâbi, hoşsohbet, kültürlü, zeki, güzel konuşan, şiire kazandırdığı tarz dolayısıyla da kendinden sıkça söz ettiren bir şairdi. Türkçe divanının mukaddimesinde bazı şiirlerini tamamlayamadığını, beyitler üzerinde sık sık düşünüp çalıştığını ve düzeltmeler yaptığını, bu yüzden bazı şiirlerinin diğerlerinden daha güzel olduğunu vurgulamıştır.

Anlamı ön planda tuttuğu şiirlerinde hem düşünen hem düşünmeye sevk eden ifadelere sahip olduğundan Türk şiirindeki “hikemi tarz”ın temsilcisi olarak görülmüştür.

Nâbi’nin didaktik nitelikli şiirlerinde mevcut dünya ve hayat görüşü, ondan sonra bu tarzda şiir yazanların çoğalmasına ve Nâbi okulu diye adlandırılabilecek hikemi bir şiir okulunun doğmasına yardımcı olmuştur.

Kendinden öncekilerde ancak izleri hissedilen “mahallileşme akımı” onun şiirlerinde açık şekilde görülür. Musikiye ilgisi olan şairin kendi gazellerinden birini “rehâvi” makamında bestelediği bilinmektedir.

Nâbi’nin en başarılı olduğu nazım şekli gazeldir. Onun şiir gücünü, kişiliğini, düşünce ufkunun genişliğini, engin kültürünü, üslup mükemmelliğini ve ifade rahatlığını en iyi gazellerinde görürüz.

Nâbi’ye göre şiir, karşılaşılan sorunların ve günlük yaşamın içinde olmalı, insandan ve insani konulardan soyutlanmamalıdır. Bu nedenle şiirleri yaşamla ilgili, çözümler üretmeye çalışan, bazen de öğütler veren bir yapıdadır. Fikirleri gibi dil ve edebiyat hakkındaki görüşleri de kendi çağı içinde önemli, özgün ve yenidir.

Eserleri

Manzum eserleri
Türkçe Dîvan (Eserde gazel, kaside, tevhid, naat, mehdiye, terkib-i bend, muhammes, tahmis, rubai, mesnevi tarzında yazılmış şiirler yer almaktadır.)
Dîvânçe (“Dîvânçe-i Gazelliyat-ı Farisi” adıyla Türkçe divanının içinde yer alan Farsça eser 39 sayfadır. İçeriğinde 32 farsça gazel, tahmisler ve mesnevi tarzında yazılmış iki küçük Türkçe hikâye bulunmaktadır.)
Hayriyye (Asıl adı Hayrî-nâme olup Nâbi’nin geniş okuyucu kitlelerince beğenilen ve ünü günümüze kadar gelen eseridir. Didaktik karakteri ve dini vecibeleri yerine getirmeye yaptığı vurgu nedeniyle Türk edebiyatının önemli mesnevilerindendir.)
Tercüme-i Hadîs-i Erbaîn (Abdurrahman-ı Cami’nin aynı adlı eserinden yaptığı manzum çeviridir.)
Hayrâbâd (Ferîdüddin Attâr’ın “ilahiname”sindeki bir hikayenin genişletilmesiyle yazılmış bir mesnevidir.)
Surnâme (IV. Mehmet’in şehzadeleri Mustafa ve Ahmet’in sünnetlerini anlatan mesnevi tarzında yazılmış bir eserdir.)
Mensur eserleri
Tuhfetü’l Harameyn (Şairin hac yolculuğunu ayrıntılı biçimde anlattığı kitapta Türkçe, Farsça ve Arapça şiirler de yer alır.)
Münşeat (Eserde şairin bazı devlet adamlarına yazdığı mektuplar yer alır.)
Fetihnâme-i Kamaniçe (IV. Mehmet’in Lehistan’a yaptığı sefer esnasında manzum ve mensur olarak yazılmıştır.)
Zeyl-i Siyer-i Veysî (Veysi’nin yarım bıraktığı eseri tamamlamak üzere kaleme alınmıştır.)

EN ÇOK OKUNAN YAYINLAR

Yağmur Şiiri İncelemesi

Çoban Çeşmesi Şiir İncelemesi

Kaldırımlar Şiir İncelemesi

Elli Kuruş Öykü İncelemesi

Otuz Beş Yaş Şiiri İncelemesi